Kadın mücadelesi: Özgürlüğün ve direnişin lokomotifi
Aile, kadın emeğini görünmez kılmak ve onu erkek egemen sistemin devamlılığının bir aracı haline getirmek için kurgulanmış bir yapı.

Fotoğraf: Nisa Sude Demirel/Evrensel
Gülizar Biçer Karaca
TBMM Başkan Vekili
Dünyanın dört bir yanında dinselleştirilmiş otoriter rejimlerin yükselişi, en sert yüzünü kadınlar üzerinde gösteriyor. Kadın bedeni, emeği, kimliği ve varoluşu, bu otoriter-muhafazakâr dalganın hedef tahtasına oturtuluyor.
Ancak tarihin en güçlü mukavemet alanlarından biri olan kadın mücadelesi de toplumsal dönüşümün sarsıcı kuvvetlerinden biri olmayı sürdürüyor.
Sistemin ataerkil ve heteronormatif yapısı, kendisini tahkim etmek için her türlü ideolojik, hukuki ve kültürel aygıtı seferber ederken; kadınlar eşitlik, özgürlük ve adalet talebini büyüterek ilerliyor.
Kapitalist, ataerkil ve heteroseksist düzenin dayattığı sınırları aşan kadınlar kendi varoluşlarını özgürlük temelinde yeniden kuruyor.
Kadın hareketi sınıfsal, etnik ve kültürel özgürleşmenin en güçlü taşıyıcısı.
Çünkü kadın mücadelesi, toplumsal özgürlüğün bütünü için veriliyor.
Çünkü kadın mücadelesi, erkek egemen sistemin ekonomik, politik ve ideolojik temellerini sarsan bir özgürleşme dinamiğine denk düşüyor.
Küresel ölçekte kadınların karşı karşıya kaldığı baskı mekanizmalarına baktığımızda, patriyarkanın kendisini nasıl farklı politik formasyonlarla tahkim ettiğini açıkça görebiliyoruz.
İran’da özgürlük için sokağa çıkan kadınlar, Taliban’ın yok saydığı Afgan kadınlar, kürtaj hakları için Polonya’da ve ABD’de direnen kadınlar, Latin Amerika’da “Ni Una Menos” diyerek erkek şiddetine karşı ayaklanan kadınlar… “Kelebekler” in etkisinin Trujillo diktatörlüğünü devirmesinin ilhamını tüm dünyaya yaymayı sürdürüyor.
Kadınlar, sokaklardan parlamentolara, iş yerlerinden dijital platformlara kadar bulundukları her alanda erkek egemenliğine şerh düşerek, patriyarkal düzene direniyor.
Türkiye’de AKP iktidarının kadınlar üzerinde inşa ettiği muhafazakâr, otoriter ve neoliberal sömürü düzeninin geldiği aşama da son derece çarpıcı…
İstanbul Sözleşmesi’nin bir gecede feshedilmesi, kadın cinayetlerindeki sistematik cezasızlık, nafaka hakkına yönelik saldırılar, boşanma ve kadınları aile içinde rehin tutmaya yönelik politikalar, iş yaşamında, siyasette ve kamusal alanda kadınların görünmezleştirilmesi…
Tüm bunlar, AKP rejiminin kadın düşmanı karakterinin açık göstergeleri.
Ve şimdi de 2025 yılını “aile yılı” ilan ederek, kadını aile içinde tanımlayan gerici bir ideolojik tahkimatın yeni adımını atıyorlar.
Aileyi iktidarın ideolojik aracı haline getiren bu bakış, kadının “eş”, “anne” ve “kız evlat” olarak var olduğu bir söylem, kadını bir nesne olarak konumlandırıyor.
Ancak bu ideolojik halin tüm topluma yönelik bir saldırı olduğu, aile söyleminin salt kültürel bir değer olarak ele alınamayacağı açık.
Aile, ataerkil sistemin en köklü ve en sert tahakküm mekanizmalarından biri.
Kadın emeğini görünmez kılmak ve onu erkek egemen sistemin devamlılığının bir aracı haline getirmek için kurgulanmış bir yapı.
AKP’nin “aile yılı”, kadının toplumsal ve ekonomik özgürlüğünü gasp eden politikalarının ideolojik çimentosu...
Kadını aile içine hapsetmek; çocukları, toplumsal ezilmişliğin bütün katmanlarını da ağır bir tahakküm mekanizmasına maruz bırakmak demek.
İktidarın otoriterleşme sürecinde kadın düşmanlığı ile homofobiyi iç içe geçiren tahakküm politikası, toplumsal özgürleşmenin her alanında belirleyici bir unsur olduğunu gösteriyor.
Kadına yönelik şiddeti önleme mekanizmalarını güçlendirmek yerine, erkek egemen düzenin tahakkümünü artırmayı hedefleyen yaklaşım, neoliberal patriyarka, kendisini sürdürmek için yalnızca kadınları değil, heteroseksüel erkek normlarına uymayan herkesi düşmanlaştırıyor.
Çünkü heteronormatif düzen; iktidarın, sermayenin ve patriyarkanın elinde en güçlü tahakküm araçlarından biri...
***
AKP iktidarı, 2025 yılını “aile yılı” ilan ederken, 2011’den bu yana adım adım ördüğü ideolojik dönüşümün nihai hedefine yaklaştığını gösteriyor.
Bu ideolojik dönüşümün en ağır faturası ise kadınlara kesiliyor.
Yoksulluk, güvencesizleşme, şiddet ve ayrımcılık derinleşirken, kadınlar devletin gözünde sadece “aile içindeki görevleri” ile anlam kazanan bireyler haline getirilmeye çalışılıyor.
İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği çatısı altında düzenlenen konferans ve çalıştaylarla, “Kur’an ve sünnete dayalı aile modeli” devlet politikalarına entegre edilip, modern toplumun aile anlayışı “çöküş” olarak yaftalanarak, yerine dini referanslarla şekillenen bir sistem getiriliyor.
Erdoğan’ın “Anne olmayan kadın eksiktir. Feministlere bunu anlatamazsın, onlar anneliği kabul etmiyor” sözleri de kadınları yalnızca doğurganlık ve bakım emeği üzerinden tanımlayan sistematik dönüşümün ideolojik zeminini oluşturuyor.
Bugün Aile Enstitüsü ve Nüfus Politikaları Kurulu aracılığıyla kadınları kamusal yaşamdan, üretimden ve haklarından koparıp, onların toplumsal rollerini “eş, anne, fedakâr emekçi” olarak sınırlandıran bir rejim resmileştiriliyor.
Kadını annelik ve itaatle tanımlayan bu politika, kadınlarla birlikte, laikliği ve toplumsal cinsiyet eşitliğini de hedef alıyor.
Bu ideolojik hat, Erdoğan’ın tam uyumlu olduğu neoliberal patriyarkanın ev içi emeği nasıl sömürdüğünü gözler önüne seren en keskin örneklerden birini oluşturuyor.
Kadınların ücretsiz ev içi emeği; işçilerin yeniden üretimini sağlamak, işgücünü ertesi güne hazırlamak ve böylece sermaye için “ücretsiz işgücü yaratmak” demek.
Erdoğan’ın ideolojik ajandasının nihai sonuçlarında da; ev içi emek, görünmez kılınarak, sistemin devamlılığı için zorunlu olan bir üretim alanı haline getiriliyor.
AKP’nin “aile yılı” esasen sermaye düzeninin en temel dayanaklarından biri olan ödenmeyen emeğin tahakküm altına alınmasıdır.
Yemek yapan, çocuk büyüten, yaşlı bakan, evin tüm yükünü çeken kadınlar, tam da bu görünmez emek nedeniyle ekonomik bağımsızlıktan mahrum bırakılıyor, ucuz iş gücü olarak piyasaya sürülüyor ya da tamamen eve hapsediliyor.
AKP’nin yıllardır “aileyi koruma” adı altında kadınları çalışma yaşamından uzaklaştırmaya yönelik politikaları, kadın emeğini dinsel referanslarla ehlileştirerek, sermayeye bağımlı hale getiren bir tahakküm düzeninin inşasıdır.
Yani AKP’nin “aile” takıntısı sadece ideolojik değil, aynı zamanda ekonomik bir proje…
Kadınları eve, aile içine sıkıştıran her yasa, her politika ve her söylem; hem onları ekonomik bağımsızlıktan mahrum bırakmaya hem de sistemin onlardan ücretsiz emek sağlamaya devam etmesine hizmet ediyor.
Kadını ibadet, hizmet ve itaat üzerinden tanımlayan Samsun Büyükşehir Belediyesi’nin 8 Mart mesajında kadınları “ibadet eden, evde yemek yapan ve aile huzurunu sağlayan” bir figür olarak tanımlaması da tam olarak bu düzenin ideolojik ve ekonomik işleyişini ortaya koyuyor.
Bugün krizlerin en ağır yükünü kadınlar taşırken, yoksulluk derinleşirken, sermaye daha fazla kâr ederken, iktidarın aileyi “milli güvenlik” meselesi olarak tanımlaması tesadüf değil.
AKP, ekonomik çöküşü kadınları ev içine kapatarak yönetmeye çalışıyor; onların ücretli iş gücüne katılımını engelleyerek, sermayeye ucuz işçi ve itaatkâr aile bireyleri yaratıyor.
Ancak kadın emeği ne kutsal annelik söylemleriyle ne de aile romantizmiyle görünmez kılınamaz.
Kadınlar çalışıyor, üretiyor ve sömürülüyor.
Bu sistemik baskıya karşı, evde, işte, sokakta kadınlar emeğini ve haklarını savunmaktan vazgeçmiyor.
Kadınlar var, kadınlar çalışıyor ve kadınlar mücadele ediyor!
***
Söylemeden geçemeyeceğim bir başka nokta da medyanın ve kültürel alanın kadın karşıtı dili…
AKP iktidarının kadınlara yönelik politikaları, kodları; patriyarkal düzenin kendi krizlerini aşmak için ürettiği bir iktidar stratejisi olarak karşımızda duruyor.
Kadına yönelik şiddetin, yalnızca fiziksel ve hukuki bir sorun olarak ele alınması bu yüzden eksik bir yaklaşım.
Bugün kadınlar medyanın kadın düşmanı diliyle, popüler kültür ürünlerinde şiddetin normalleştirilmesiyle ve toplumsal bilinçaltına işleyen ataerkil kodlarla hedef alınıyor.
Kadın kuşağı programları adı altında kadına yönelik şiddetin teşhir ve teşvik edildiği medya içeriğinden, dizilerde kadınların edilgen rollerle temsil edilmesine kadar geniş bir çerçevede, kadınlar ideolojik olarak sömürülüyor.
Kadınların varoluşlarını tehdit eden, nefret söylemlerini medya eliyle pompalayan bu politika, ataerkil kapitalizmin kendini tahkim etme biçimlerinden yalnızca birkaçı.
Özellikle dijital şiddet, kadınların yaşam alanlarını daraltmak için kullanılan yeni bir araç haline geldi.
Sosyal medya üzerinden kadınlara yönelik linç kampanyaları, ifşa kültürü, siber taciz gibi pratikler, erkek egemen düzenin yeni nesil tahakküm yöntemleri olarak işliyor.
Ancak tüm bu baskı mekanizmaları karşısında da kadınlar geri adım atmıyor.
Kadın mücadelesi, kadınları eve kapatmaya, emeğini sömürmeye, kimliğini yok saymaya çalışan bu düzenin karşısında, bütün toplumsal özgürleşme hareketlerinin öncüsü olarak da yükseliyor.
Tarih boyunca görüldüğü gibi, hiçbir hegemonya sonsuz değil...
Mücadelenin tarihine baktığımızda görüyoruz ki, kadınlar geri adım atmadıkça sistem geriliyor.
İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesine karşı yükselen mücadele, “kadınlar birlikte güçlü” haykırışı, patriyarkanın tahakkümüne karşı en güçlü cevap olmayı sürdürüyor.
Çünkü kadın hareketi, kapitalizmin ve patriyarkanın ortak inşa ettiği baskı mekanizmalarını en derinden teşhir eden ve ona karşı en kararlı mücadeleyi veren hareket.
Çünkü kadın özgürleşmeden toplum özgürleşemez.
Kapitalist patriyarkanın dizginsiz saldırılarına karşı, kadın mücadelesi; sınıfsal, ekolojik ve siyasal bir özgürlük mücadelesi olacak.
Bugün dünyanın dört bir yanında kadınlar, özgürlükleri için, hayatları için, hakları için mücadele etmesi; Türkiye’de AKP’nin, dinselleştirilmiş otoriter politikaları kadınların özgürlük alanlarını daraltmayı pekiştirmesi, emeğini görünmez kılması, kadınları kamusal yaşamdan çekmesi, erkek şiddeti, cezasızlığın bu şiddeti daha teşvik etmesi;
kadını yalnızca “anne” ve “eş” olarak kodlayan söylem, kadın mücadelesinin neden bu kadar radikal ve kararlı bir hat çizmek zorunda olduğunu açıkça gösteriyor.
AKP rejimi yaşayan her şeyi düşman, doğayı meta olarak görürken, ekofeminist mücadeleler, Kaz Dağları’ndan İkizdere’ye, Avdan’dan Akbelen’e; Cerattepe’den Munzur’a; Havva Ana’dan, Hatice Kocalar’a, Nejla Muhtar’a kadar doğayı, yaşamı savunuyor.
Bugün Çayırlı’da, Akbelen’de, Kaz Dağları’nda; kadınlar aynı direnişi sürdürüyor. Çünkü doğanın yok edilmesi, kadınların emeğinin ve yaşamının da sömürülmesi demek. Kapitalist patriyarka, kadınları ve toprağı aynı şiddetle talan ederken, kadınlar yine en ön cephede, bedenleriyle, elleriyle, kökleriyle direniyor. Chipko’dan Çayırlı’ya, Akbelen’den dünyanın dört bir yanına, kadınlar direndiğinde toprak yeniden nefes alıyor.
Ve erkek egemen sistemin şunu çok iyi anlaması gerekiyor: Bu mücadele geri dönülemez bir noktaya ulaştı!
Baskıyla, cezasızlıkla, yasaklarla, yoksullaştırmayla, sosyal politikalarla, medya diliyle kadınları susturabileceklerini sananlar her seferinde yanıldılar, yine yanılacaklar.
Kadınlar artık geri adım atmıyor.
Ve tarih bir kez daha gösteriyor; kadınların özgürlük ve eşitlik mücadelesi erkek egemen düzeni yıkacak!
Gelecek kadındır, özgürlük kadınların mücadelesiyle kazanılacak!
Evrensel'i Takip Et